11 Kasım 2011 Cuma

Tüm Askerlere...

   Uzak iklimlerin soğukta üşümüş çocuğusun şimdi. Ellerini ısıtan sevgilin yerine silahların var avuçlarında. Yüreğinde kanat çırpan aşk kuşları yerine, vatan kuşları var artık. Geceleri uyuduğunda üstünü örten anacığın yok. Soğuk yataklarda tek arkadaşın yeşil battaniyen...Nefesin yine de ılıktır ve gülen gözbebeklerindir ; vatanımın, uğruna düşman gözleri kör edeceği.

   Askerimiz, yürek çarpıntımız, şehadet unvanına kavuştuğunda ağlayıp yandığımız. Sen üşüme, sen incinme düşman eller eziyetiyle. Sana olan minnettarlığımız bizi koruyup kolladığından değildir, bizim sana olan kıyas kabul etmez sevgimizin sebebi, asil bedenine sığdırdığın o sonsuz cesaretin ve yüce kalbindir.

   Ruhumuza, benliğimize, çaresiz bedenimize işlesede yokluğunuz, ağrı eşiğimizin son noktası da olsa, hergün bir yenisini gördüğümüz ve duyduğumuz kayıplarımız, biliriz ki asker ölmez! Biliriz ki Türk askeri son nefesini verirken bile ne asildir ki; vatan uğruna yaptığı vazifenin saadetindedir!

   Avuçlarınızdaki vatan toprağını, minik yüreğimdeki uçsuz bucaksız sevgiyle öperim . Vatan da , yattığınız topraklar da size minnettar, vazifesi başındaki koca yürekli askerlerimiz, hepiniz Allah'a emanettir!

  

  
 

10 Kasım 2011 Perşembe

Degil mi?

   Hayat acıtıyor, delik desik ediyor, en sevdiklerimizi en kalaylı dusmanımız yaparken, dusman bellediklerimizi en sevdiklerimiz yapabiliyor.En onemlisi de uzun uzadıya soylemek yerine kısa cumleler kurmayı ogretiyor.
  
   Kalp kırıklıklarını yutmayı ogrenirken, hazmetmeyi hep erteliyor. Biriken pismanlıklar icinde yuzerken, yarın ne yasayacagından habersiz akıntılarla bogusturuyor. Dalga kopukleri yuzumuze carparken ufukta kurtarıcı bir gemi gorur muyum diye umutlandırıyor. Mahrum kalmayı sıcak iklimleri ozlerken hissettiriyor.Okyanusun ortasında, yapayalnız tek basına tutacak tek bir el ararken gozlerin, zifiri karanlıkla basbasa bırakabiliyor ansızın.

   Olsun ! Ne var ki gokyuzune baktıgında, dipsiz mavilikleri gorebilirsin. Gozlerini kapayıp ruzgarla dans edebilirsin. Kucukken yaptıgın ucurtmalar, bulutlara yenik dusmezler ve elbet senin gokyuzunu renklendirirler. Elbet zifiri karanlıklar aydınlanır, ruhun karaya cıkar , ellerini tutacak cok eller olur. Dalgalı denizlerle bogusmak zorunda kalsan da hayatta, umut soluktur, bunu yazmalıdır kanunun...

  

  

9 Kasım 2011 Çarşamba

Yaşadığını Hisset!

   Sokaktan gecen insanlara bakıyorum da ...Mutluluk ne kadar da uzak onlara..Kimisi endişeli, kimisi yorgun, kimisi de biryerlere ,birşeylere geç kalmışlığın verdiği huzursuzlukla adımlarını coğaltıyor kaldırımlarda.Oysa ki hayata geç kalmışlık var yüzlerinde, herbirinde...
  
   Ya yüze takılan yarım ağızlı gülümseme maskelerine ne demeli? Şu sıralar hepsi bedava, kapan alıyor. Kapı komşumuzla karşılaşmayalım diye dürbünden bakıp yoklama çekebiliyoruz. Sırf olası sorularına maruz kalmayalım diye. 'Hep aynı gelişigüzel diyaloglar' diyoruz içimizden.
(komşu dış ses): 'Merhaba canım, nasılsın?'
(bizdeki iç ses): 'Bok gibiyim , ama sana anlatacak halim de yok tabi'
(bizdeki dış ses): İyiyim tatlım, seni sormalı?' (iç ses): ' Cok da umrumda senin nasıl oldugun, ne vardı da karsılaştık '...Bunun gibi diyaloglar ne kadar da olası değil mi ,ne kadar da bizden, içimizden...

   Araba süren amca , direksiyon tuttugunun farkında degil, restoranda yemek yiyen genç kız ne yedigini bilmeden telefonundan eski 'boyfriend' ine mesaj göndermekte, yalnızca duşa ayırabileceği 5 dakikası olduğunu bilen yönetici asistanı Selma, bedeninden suyun akıp gittigini bile hissedemiyor ki nefes aldığını hissetsin...

   Vallahi sizi bilmem ama benim gerçeğim şudur ki, hayat akıp giderken, zaman pırr diye kanatlanıp uçarken, bir derin nefes almalı ve soludugumuz havanın, etrafımızdaki insanların, yaşadığımız evrenin farkına varmalı, doğamıza, yaratılışımıza ve yaratıcımıza aşk duymalı, yaşarken gülmeli hem de en gerçekçisinden, en derininden...

8 Kasım 2011 Salı

Yazımın Başlığı Yok

    Aslında insan hayal kurmaya ne zaman başlar emin değilim...Tahminim,ilk umutsuzluğa kapıldığımızda,hayatımızdaki bazı şeyleri değiştirme çabalarımızda yada izlediğimiz çizgifilm karakterlerindeki 'hokus pokus' la herşeyi biranda değiştirebilen özenilesi yaratıkların gerçekte var olmadıklarını anladığımızda da olabilir...Peki ya ne kadarı gerçekleşir?İşte asıl soru bu...
İlk aşık olduğumuzda ne yapmıştık?Yine hayal kurduğumuzu sanıyorum..Ona sarıldığımızı,ellerine dokunduğumuzu,hatta hayallerimizde sıcaklığını hissettiğimiz bile olmuştur...İlk işe başladığımızda herşeyin mükemmel gideceği hayali vardır.Sorunsuz aşk,sorunsuz iş,sorunsuz dünya..Kısa sürede sorunlarla karsılatıgımızda ,işte tam o zaman duvara çarpmışlığın hissiyle başağrısı hissinin birleştiği noktada, hayallerimizin 'cam' dan oldugunu farkederiz.Cam parçalarını nasıl ki yapıştırmak imkansızsa ,hayal kırıklıklarını da öyledir...Peki ya duvara çarpmışlığın ve şiddeti gittikçe artan başağrılarının son bulması ne kadar sürer?Sanıyorum yeni hayaller kapımızda belirene kadar...Yani yeni bir gün doğması kadar kısa...Bir diğer sorum şu: hayal 'cam' ınızı kıran kişi yada kişiler eteklerindeki cam kırıklarıyla kendi dokularına zarar vermeden yürüyebilirler mi?Yollarına devam etmeleri mümkün müdür?...
    Uzun müddet bunları düşündüm..Kaçıncı kez hayal kırıklığı yaşıyorum yada bilmem kaçıncı kez güvenip yarı yolda kalıyorum,bende bilmiyorum...
    Kalbime kahraman yaptığım,kılıcıyla gövdemi ikiye bölerse ne olur? Tek kolum,tek bacağım,yarım kalbim,yarım aklım kalmaz mı? Kalır...Kendimi tek kollu,tek bacaklı,yarım kalpli,yarım akıllı hissettiğim günler yaşıyorum...Aklım bir çalışıyor,üç çalışmıyor..Kalbim bir atıyor,beş atmıyor..ayağım bir ileri giderken on geri gidiyor..Senaryoma kahraman yaptığımın bana reva gördüğü yarım gövdedeyim artık...
    Peki benim kılıcım var mı bu oyunda?Var ise ben kılıç kuşanabilir miyim? Darbe vurmayı bilir miyim?Vurursam kahramansız kalmaz mıyım?Pişmanlık duymaz mıyım?Peki ya O? O duymaz mı?Beni sakatladığını bilmez mi? Ben soruları sormaya devam ederken hayat O'nun için devam etmez mi???...

7 Kasım 2011 Pazartesi

Yuzey Balıkcılıgı

   Cok bilmek cok urkutuyor galiba...İnsanları cok tanıyor olmak...Belkıde herkesi gerektigi kadarıyla tanımalı. Zira fazlası incitebiliyor.
  
   Tanıdıgımız kimselerin yuzgeclerinde asılı kalabildigimizde mutluyuz. Yuzgec deliklerinden gececek kadar bizi icine aldıgında yeni bir yuzeyle karsılasmak cok olası..ve iste o zaman kisinin bizdeki hikayesini bastan yazıyor olmak kacınılmaz. Ne yorucu...Samimiyet arttıkca hikayeler cogalıyor. Kimbilir yalnızca tek bir kimse icin kac hikaye uretebiliyoruz hayatta...Bizi mutlu ediyorsa mutlu sonla biten, ama oldu ki mutsuz ediyorsa en kotu sonla biten hikayeleri sil bastan yazıp biriktiriyoruz.

   Esimiz, cocuklarımız, anne-babalarımız ve dostlarımız yahut dost sandıklarımız...Hikayesi cok olan mı kazanmıs sayılıyor? Yoksa cok hikaye yazıp biz mi kaybetmis oluyoruz bu oyunda ? Ya defterimizden hikayesini sildiklerimiz? Zamanında onların da yuzgeclerinden iceri bakmamıs mıydık? Karsılastıgımız yeni yuzeyleriyle yeni kahramanlar yaratmamıs mıydık?

   Bilmek istemedigimiz, ya da bilip de onemsemedigimiz bir nokta var; yeni yuzeylerle yeni hikayeler yazmak yerine, yuzgeclerde tek bir hikayeyle kalmak gerekli olan. Ne cok fazla tanıyor olmak, ne de cok incinmek var o zaman...